AMED'İN GÖZYAŞLARI


Gecenin bir leylinde sessizliği bir el ateş böldü.
Tarihler boyunca biliyoruz ki! Bu dişi coğrafyanın rahmine oluk oluk masum insan kanı aktı.
Akmaya da devam ediyor…
Birçoğu suçunun ne olduğunu bilemeden veda etti bize…
Kafalarda büyük soru işaretleri ve faili meçhul dosyaları kaldı geride…
Neden hem Kürt hem de Eşcinsel olunca silahın ucu size çevrilir?
Namus nedir?
İki bacak arasına sıkıştırılmış Erkeklik/Kadınlık?
Hepimiz biliyoruz ki! Namus yürektir. Namus cömert ve dürüst olmaktır.
Nedir nefretin temel nedeni peki?
Gözlerini bağlayıp infaz kararına gitmek mi?
Ben merak ediyorum;
Geceleri o katiller başlarını yastığa koyduğunda en derinlerine sakladıkları vicdanlarıyla nasıl yüzleşiyorlar?
Nasıl hesap veriyorlar insanlıklarına, kimliklerine, kişiliklerine…
Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
Geceleri her yastığa başımı koyduğumda kendi iç vicdanımın ve kimliğimin sesini dinliyorum.
Son günlerde olan olaylardan dolayı uyuyamıyorum…
Acaba diyorum bir şarkıda dediği gibi gerçekten korkunun üstüne mi yürümek lazım?
Ya da sessizliğe mi boğulmak, o kadar çok konuşacak şeyin varken!
Erkek egemen sistemin son kurbanı 17 yaşındaki R.A ydı…
16 – 17 yaşında bir çocuk 14 kurşunu hak edecek ne yapmış olabilirdi?
Ülkeyi mi soymuştu? Yoksa adı yolsuzluklarda mı geçiyordu?
Darbe sorumlusu muydu?
Hiçbiri maalesef doğru yanıt değil.
Bu ülkede tecavüzcüler, sapıklar ve darbeciler elini kolunu sallaya sallaya gezip,
Prag larda elinde fırçası natürmortlar yapabiliyorlar…
Kimse görmese de biliyorum ki! O tual de boya yerine kan var maalesef…
Bir sürü masum insan kanı.
N.Ç ler, Güldünya’lar,Ünzileler ve daha oyuncak bebekleriyle oynamaya vakit bulamayıp yaşlı adamların kucaklarında çocukluklarına son verenler.
Hepsi suçlu…
Suçları Kadın olmak, çocuk olmak, Eşcinsel olmak, İnsan olmak…
Amed’e dönüp bakıyorum, her gün ağlıyor…
Tarihinde büyük katliamlar olan, binlerce insanın sorgusuz sualsiz katledildiği, öldürüldüğü ya da infaz edildiği bir yer.
İnsanlar gülümseyemiyorlar, ağlayamıyorlar da…
Bazen boğazıma kocaman bir şey oturuyor ve uzun süre gitmiyor oradan.
Ağlamak istiyorum ama bu toprakların insanlarına haksızlık olur diye ağlayamıyorum.
Batı dan buraya kimsesiz bir kırlangıç gibi göçüp geldim…
Her an her yerde ben de R.A olabilirim, belki de Ü.M.

Ümit MANAY

Posted by
Umit Manay

devam

Ötekinin de Ötekisi


ÖTEKİNİN DE ÖTEKİSİ

Her şey bana “neden gelmiyorsun ki buralara” cümlesiyle başladı.
Benim göre göre gitme hevesimden kaynaklı yolculuk yaparken, karayolunu tercih ettim.
Uzun ve yorucu bir yolculuk sonrası, Diyarbakır’da gerçek ismiyle Amed deydim.
Eve geçtiğimde beni karşılayan gayet iri bir bayandı. Mırlayarak kapıya koştu. Tanışma faslı oldu. Güzel bir gece geçti. Dikeli de selamlamış olalım böylelikle…

Onlarla konuştum.
Güneydoğu da LGBT olmak nasıl bir durum diye sordum.
HEBUN adlı bir oluşum kurduklarını ve bunu dernekleştirmek istediklerinden bahsettiler.
Çünkü Nefret Suçlarının birçoğu genelde o bölgede işleniyormuş.
Öykü’nün deyimiyle “Ailesi tarafından öldürülüp gömülenler” de varmış. Yani faili meçhuller.
Her şeyin tersine Maskülen Lezbiyenlerin birçoğu kendini ailelerine açıklamış ve topluma empoze olmuşlar. Ama “Efemine Erkek” cümlesinin geçildiği yerde, Heteroseksüellerin tüyleri diken diken oluyor.
Bizden çıkmaz mı diyenler istersiniz... Tahtalara vuranlar mı istersiniz…
Ertesi gün sözde yasal Newroz iptal edilmişti.
Ama ne olursa olsun bir halkın, bir mücadelenin bayramı iptal edilemez. Ertesi gün alanda bir milyon insan toplanmıştı. Herkes; Bayramı, Baharı ve Mücadeleyi selamlıyordu.
Öyle güzel renkler vardı ki; Newroz ateşiyle birleşince kocaman bir sanat eseri gibi duruyordu.
Bütün bayraklar oradaydı.
Ve tabi Gökkuşağı da yerini almıştı alanda. Dalgalandı bütün ihtişamıyla…
Newroz yorgunluğu sonrası, eve gelindi ve kahveler içildi.
Meşhur sanat sokağında turlar atıldı sohbetler edildi.
Herkes bir dertten şikâyetçiydi.
Biri dedi ki; Biz neyiz? Ya da kimiz?
Ümit bizim topraklarımız neresi?
Buradayız ve Kürtler bizi LGBT kimliğimizden dışlıyor. Batı ya gittiğimizde ise; Batı Kürt olduğumuz için ötekileştiriyor.
Nerede nefes alacağız biz?
Haklıydı.
Hem de fazlasıyla…
Bazı düğümler var ki! Kesmeden ya da resti çekmeden çözülmüyor…
Bu yüzden kendi kendime dedim ki! Onların bu mücadelelerinde yanlarında olmalıyım.
Hepsi hayatını öylesine buna bağlamışlar ki! inanın içinizde bir mücadele ateşi yanıyor.
LGBT konusunda harekete geçmek güç gibi dursa da önemli olan zoru başarmaktır diye düşünüyorum.
Evet bu topraklarda hem sizi içine çeken bir şeyler var.
Medeniyet ilk Mezopotamya’ya geldi ama birileri tarafından çalındı ya da kaçırıldı…
Fakat ruhları çalamadılar… ruhlar hala buradalar. Bir gün biri durduracak bu kavgayı diye bir köşeden bizi sessizce izliyorlar.
Onlar Ötekinin de ötekisi… ama gelin görün ki! Kimliği olan çok medeni insana da yürekleriyle taş çıkarırlar.
Şiddetten, baskıdan ya da ötekileştirilmeye katlanarak hala bu topraklarda nefes alıyorlar.
Evet, onlar Hem Kürtler hem de LGBT…  her şeyden önce insanlar, bu taraftan bakarak belki onları anlamak daha kolay olacak. 

Ümit MANAY

Posted by
Umit Manay

devam

DENİZCİ

Şapkasını çıkardı, boy aynasının karşısına geçip, kaslı kollarındaki gemici dövmelerini inceledi bir süre… Sonra güneşten kavrulmuş tenine baktı.
Gülümsedi, yarın ki yolculuğu düşündükçe içi içine sığmıyordu. Hayatında ilk defa profesyonel kaptanlarla aynı gemide bulunacak ve onlara ziyafet verecekti.
Nusaybin; Arabistan’dan, Yunanistan’a köle olarak gelmiş, onu işinin ehli bir kaptan satın almıştı. O günden bugüne aynı gemide çalışmış fakat aşırı diktatör kaptanı yüzünden kaptanlık adına bir şeyler kavrayamamıştı bunca yıl. ama o hayalinden vazgeçmiyordu ve bir gün geminin rotasına geçme arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
Kafasında yarını sorgularken, uykuya daldı…
Sabah martı sesleri ve okyanusun şırıltısıyla uyandı, yola erken çıkmaları gerekiyordu, içindeki sevinç gözlerine yansımış olacak ki! Gözlerinin içi çocuk gibi ışıl ışıl parlıyordu.
Gemiye vardığında, suratsız kaptanı on beş dakika geciktiğini, bugün önemli bir ziyafeti olduğunu unutmaması gerektiğini hatırlatmıştı ona.
Nusaybin aldırış etmeden temizliğe koyuldu, her yer pırıl pırıl parlamıştı, ziyafet masası özel aşçılar eşliğinde donatılmış, sadece kuş sütü eksikti…
Kaptanlar yavaştan gelmeye başlamıştı, Nusaybin her gelen kaptana umutla bakıyor, onlarla birkaç kelime etmeyi, kaptanlık ve gemi kullanımı hakkında bilgi almayı umuyordu.
Gemi; saat dokuz civarı iskeleden hareket etti. Mavilikleri yara yara buzda kayan bir su damlası gibi hızla ilerliyordu, bu sırada ziyafet başlamış, kaptanların sohbetleri arasından kahkahalar yükseliyordu. Kimi; özlediği ailesini anarken, bekâr olanlar ise; kaç kadınla birlikte olduklarını, hangi ırktan kadınların daha güzel seks yaptığını konuşuyorlardı.
Nusaybin seks nedir bilmezdi, onun ülkesinde bu zina ya girerdi. Ve cezası ağırdı. Bir an hayatında bir kadının olmayışı onu sarstı.
Muhabbetten çekti kulaklarını, geminin diğer ucuna gidip sigarasını yaktı, kendine bir bardak şarap koydu.
Ve ufukta bir çizgiye takıldı gözü, oraya doğru üfledi dumanını…
Akşamüstüne doğru gözetleme kulesine çıkıp etrafta bir şeyler var mı yok mu diye kontrol etti. Etraf sessiz, deniz sakin, hava açıktı.
İçinden “anlaşılan bu gece yine yıldızlarla baş baş’ayım” dedi. Nusaybin yıldızlarla konuşmayı ve onları izleyerek şarkı söylemeyi çok severdi.
Gecesi sabaha kadar içip, şarkı mırıldanmakla ve hafif gözyaşı dökmekle geçti.
Ertesi sabah, uyandığında bütün kaptanlar feneri söndürmüş, yenilen içilen sofranın yerinde bir çöplük görüntüsü kalmıştı.
Her yanda şarap kadehleri, boş şişeler ve yemek artıkları bulunmaktaydı.
Nusaybin, öğlene kadar temizliği bitirmişti, asık suratlı kaptan kamaradan çıkıp, güvertede tur atmaya başladı ve “aferin harika bir iş çıkarmışsın” diyerek, sözde onu ödüllendirmişti.
Nusaybin; kaptanın arkasından, “umarım bir gün köpekbalıklarına yem olursun” diye lanet etti.
Kaptanlar yavaş yavaş kalkmaya başlamıştı. Gözünü açan yemek masasına oturup servis beklemeye başladı.
Nusaybin bu sırada, öğlen yemeğini hazır etmiş, fakat saat dörde geldiği için yemekleri tekrardan ısıtmıştı. Yemekte; somon çorbası ve orkinos kızartması vardı.
Uyku mahmuru kaptanlarımız kazınan midelerini doldururken, birden hayali geldi aklına Nusaybin in…
O an da kamaraya çıkıp, rotaya geçmek ve istediği yöne sürmek istedi gemiyi…
Ama çok geçmeden kaptanının sert ve gıcırtılı sesi kendisine gelmesine yardımcı oldu.
Yavaş yavaş gündüz kendini gece ye teslim ediyordu. Kaptanlar yanlarında getirdikleri;
Şarapları ve votkaları çıkardılar. Çünkü ziyafet gecesinde geminin kaptanının tüm alkolü tükenmişti. Çok vakit geçmemişti ki; Nusaybin havada bir koku aldı, bu koku bir fırtına nın habercisiydi…
Hemen kaptanını uyardı.”efendim; bir fırtına yaklaşıyor” dedi. kafayı bulan kaptan. Hadi Nusaybin yalan tahminde bulunup da keyfimi kaçırma, biliyorsun ki daha önceleri de söylediğin tahminlerin hiçbiri tutmadı” dedi.
“ama efendim….” Demesine kalmadı, eliyle lafını kesti.
Öfkelenen Nusaybin, hızla kaptanın yanından ayrılıp, geminin arka kısmına geçti, okkalı bir küfür salladı.
Ama kendisi de ürkmüştü bu havadan…
Dışarıdan bakıldığında hiç bir şey sezilmiyordu, hava günlük güneşlikti ve deniz oldukça sakindi.


___________ . ____________
Denizin milyonlarca metre derinliğinde, poseiodon uykusundan koyu pis bir maddenin kokusuyla uyandı.
“petrol” dedi içinden. Öfkelenmişti.
Hemen sekiz Sirenia kızının yaşadığı “Sirenias” adasına gidip, onlara durumu anlattı. Onlar da babalarının öfkesini yerinde buldular, bir ritual hazırlayacaklardı. Ayrıca karınları da oldukça açtı. Bu insanlar çıkardıkları fırtına da ağlarına düşerse, onlar için de bir ziyafet gecesi olacaktı.
Bu sirenalar yılın sadece bir günü beslenirdi. Eğer o yıl beslenemeyen bir sirena olursa açlıktan ölür ve kaderine terk edilirdi.
Herkes ellerine müzik aletlerini alıp, ada nın etrafında halka oluşturdular. Yedi sirena çalıyor, biri ise;  akıl kaçırtacak denli kışkırtıcı ve sihirli bir sesle şarkı söylüyordu.
Bu sesi duyan Nusaybin; ilk başta ne olduğunu çözemedi. Kaptana gidip bir ses duyduğunu, bu sesin çok güzel bir müzik olduğunu söylese de, sarhoş kaptan, kendisinin hiçbir ses duymadığını ve okyanusun ortasında sadece balinaların ya da martıların seslerini duyabileceğini söyledi.
Ayini başlatan Poseidon, çatalını bir yukarı bir de denizin tabanına vurdu.
Birdenbire; önce karabulutlar hâkim oldu gökyüzüne, sonra soğuk bir rüzgâr esmeye başladı…
Kaptan, gökyüzüne bakarak yağmur yağacak demesine kalmadı, yağmur başladı. Havadaki koyu bulutlar kaptanı da korkutmuştu. Daha önce hiç bu denli siyah bulut görmemişti. Ama o bunun nedenini sarhoşluğuna bağlıyordu.
Derken, gökyüzünde bembeyaz bir ışık çaktı tüm gürültüsüyle, okyanus harekete geçmişti. Gemi bir o yana bir bu yana sallanıyordu.
Nusaybin fırtınanın geleceğini bildiği için hemen geminin kamarasına koştu, kaptan fena halde sarhoştu.
Aceleyle birkaç düğmeye basmayı denese de dümenin kilitlenmesi, onun umutlarını tamamen yitirmesine sebep oldu.
Poseidon, çatalını tekrar yere vurdu ve denizin orta yerinde dev bir girdap açıldı. Kaptan gördükleri karşısında dili tutulmuş gibiydi, diğer kaptanlarsa canlarını kurtarmanın derdinde, bir aşağı bir yukarı koşuşturmaktaydılar, alkolün etkisiyle hepsi olduğu yere kusarken, gemi girdabın içine kaymaya başladı.
Girdap gitgide daha da hızlanıyordu.
Nusaybin yine o şarkıyı duymuştu, o telaşla yakınlarına baktıysa da bir şey göremedi. Büyük bir canavar ağzına benzeyen girdap gemiyi bir lokma da yuttu.

__________________________________===______________________________________

Uyandıklarında, yarı çıplaklardı.
Hayatlarında daha önce hiç görmedikleri kadar güzel ve hoş kokan çiçeklerle kaplı bir adada buldular kendilerini, sağlarına batkılarında küçük küçük göletlerde altın rengi balıklar, gümüş rengi denizyıldızları gördüler. Sollarındaysa şarap akan bir şelale vardı.
Sirenalardan biri; önlerindeki dev kayada oturmaktaydı, kıza baktıklarında, üst tarafı bir bayan sureti, altı ise balık yüzgeciydi. Çıplak göğüsleri, kömür karası gözleri ve o kızgın güneşe rağmen bembeyaz tenleri, her erkeğin aklını başından alabilirdi.
Ardından denizden 7 sirena daha çıktı ve kaya nın üzerine oturdular.
Kızları gören kaptanlar, istavroz çıkararak dua ettiler.
Kızlardan biri;”evet beyler, davetimizi kabul edip geldiğiniz için sizlere minnet borçluyum” dedi.
Kaptanlar hala, şok içindeydiler.
Sirenalardan biri,“Hadi ama beyler, davetin tadını çıkarın, istediğiniz kadar yiyip için” dedi.
Açlıktan ve aşırı alkolden midesi dönen kaptanlar, daha önce hiç görmediği bu lezzetli yiyeceklerden yemeye başladılar.
Çok geçmeden, hepsinde baş gösteren uyku sonları olacaktı, hepsinin uyumasını bekleyen sirenalar, dolunayla birlikte harekete geçtiler ve 6 kaptanı da öldürüp, kemiklerine varıncaya kadar yediler, kanlarını içtiler.
Fakat bir gariplik vardı. Nusaybin hala yaşıyordu. Gözlerini açtığında, Sirenalardan birinin ona hayranlıkla baktığını gördü,  ürktüğünü gören sirena geri çekildi ve ona “kimsin?” diye sordu. Nusaybin ise; hala şaşırmış ve korkmuş bir ifadeyle, sireana ya “asıl siz kimsiniz? İn misiniz cin misiniz” diye sordu.
Sirena kendisinin ve kız kardeşlerinin öyküsünü anlatmaya koyuldu ama yılda bir insan eti ve kanıyla beslendiklerini, beslenmezlerse öleceklerini söylememişti, onu korkutmaktan kaçınıyordu. Sohbet çok tatlı bir hal almıştı. Nusaybin birden kaptanların nerede olduğunu sordu.
Sirena ise; ada da kız kardeşleriyle birlikte gezintiye çıktıklarını söyledi. Aslında gerçeği söylemek istese de bir şeyler ona engel olmuş, gerçeği dile getirememişti.
Nusaybin; sohbetin ardından tekrar sessizleşmişti.
Ama bir de bu tatlı sohbetin davetsiz bir casusun vardı. Bu ada nın en hin, en kötü sirenasıydı…
Çalılıkların arasından Nusaybin’ in yaşadığını görünce, gözleri dönmüştü. Bir el işaretiyle zamanı durdurup, diğer sirena  nın yanına gitti.
“neden yemedin onu” diye sordu.
O ise; “sanırım ben ona aşık oldum” deyince, kötü siren anın şuh kahkahası yankılandı ada da…
Bunu duyan diğer sirena lar hemen oraya üşüştüler.
“duydunuz mu? Bizim küçük kızımız aşık olmuş” dedi diğer sirenalara…
Diğer sirenalar da kahkahalara boğulduktan sonra, kötü sirena; “onu bunu bilmem küçük kız, eğer beslenmezsen ölürsün bunu aklından çıkarma” diyerek o ve diğerleri oradan uzaklaştılar.
Sirenia nın gözünde biriken yaşlar, çıplak göğüslerine damlıyordu, kendine gelen Nusaybin;
Ne olduğunu, hatırlamadığını ve neden ağladığını sordu. Sirenia gözlerini silerek “boş ver” dedi.
Sirenia nın içine aşk oturmuştu, kalbi acıyordu. O an düşündü faniler bu yüzden mi ölüyor diye gökyüzüne bakarak iç geçirdi.
Ve eline müzik aletini alıp, şarkı söylemeye başladı… sesi öyle güzeldi ki, balıklar dahi denizden başlarını çıkarıp sirenia  yı dinlediler.
Şarkı nın sözleri şöyleydi;

Ben bir yarı tanrıydım,
Bir faniye âşık oldum.
Ölümse, beni onunla birleştirecek,
Ben de ölebilirim.
Belki de bu okyanusu terk edebilirim.
Onunla yıldızlara gidebilirim,

Gökyüzünde ki sarı dolunay,
Kalbim çok acıyor, yaramı sar…

Şarkı bittiğinde Nusaybin de ağlamaya başlamıştı, sonra göz göze geldiler, önce elleri sonra ise; dudakları birleşti. Kayıtsız bir kabullenişti bu…
Ve ikisi de o gece aşk ın her şeyden üstün olduğunu öğrendi.
Sirenia nın karnı acıkmaya başlamıştı, git gide enerji kaybediyor ve sürekli Nusaybin’in bedenine karşı konulmaz bir istek duyuyordu. Ama onu yiyemezdi, çünkü onu çok seviyordu.
Her defasında kendini tutuyor, günden güne eriyip gidiyordu.
Bu değişikliği fark eden Nusaybin; telaşa kapıldı. Ona bir şey olacak diye korkmaya başladı.
Sirenia tüm gücünü toplayıp ona gerçekleri teker teker anlatmaya başladı.
Kaptanların başına gelenleri duyunca şok geçiren Nusaybin, korkmaya bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Gerçeği öğrenen Nusaybin; çıkar yolu olmadığını anlayınca, sirenia  nın önünde diz çökerek, ona teslim oldu.
Ama o; tüm sancılarına rağmen, kendine karşı koyuyordu.
Zar zor toparlanan sirenia “ buradan hemen gitmelisin, sana birazdan bir kayıkçı çağıracağım ve gece olurken yola çıkacaksın, buranın yolunu unut ve benden kimseye bahsetme…” dedi.
“Ama sen” demesine kalmadı ki; sirenia ellerini Nusaybin in dudaklarına götürdü.
Kısık bir sesle “lütfen” dedi.
Kayıkçı geldiği sırada bir yandan kayığa biniyor, bir yandan sirenia ya bakıyordu. Göz yaşları içiersinde adadan ayrılan Nusaybin günbatımının karanlığına karışırken, sirenia ise yattığı kayalık üzerinde erimeye başlamıştı bile, eridi… eridi… ve  bedeni küle dönüştü.
Rüzgar külleri denize karıştırırken, Nusaybin in kayığı çoktan ufukta gözden kaybolmuştu.

NOT: aşkın hala masallarda olduğuna inanan fanilerin bir gün kendi sirenia larını bulmaları dileğiyle…


Ümit MANAY

Posted by
Umit Manay

devam

HESAPLAŞMA

Alkol ve mariuhana, bunlar Şeyda nın yaşam stiliydi. sürekli bunları içer ve kendinden geçerdi. anne ve babasınıdan nefret ettiği için onları geçen yıl zehirleyerek öldürmüştü. hem de öyle bir ustalıkla yapmıştı ki bunu, otopsi de cinayet olduğu anlaşılmamıştı bile.
bir dönem bundan büyük vicdan azabı duydu. ama nasırlaşmış kalbi bunu da atlatmayı başarmıştı.
otu sarıp yaktığında derin bir nefes çekti ondan. kesik bir gülüş yapıştı dudağının kenarına ardından bir bira açtı dikti kafasına.
erkek arkadaşı geldi aklına. onu da öldürsem mi diye geçirdi içinden. ama bunu neden yapacaktı ki!
bir sebep olmalıydı, bir amaç. aslında bir amacı vardı. erkeklerden nefret ediyordu şeyda, onlarla yatmasını da cinsel dürtülerine bağlıyor, iş bittikten sonra da hakaretler yağdırıyordu suratlarına.
ilk erkek arkadaşını ona tokat attığı için kesmiş ve kedilerine mama yapmıştı.
gülüyordu bütün bunlara. bazen aklı yerine gelince neden bunları yaptığına dair sorgulardı içindeki üç kuruşluk merhametini.
birden dev bir flaş patladı suratında. gözlerini açtı büyük eski bir hotel in önündeydi.kapıyı zorladı, kapı ağır bir şekilde küfleri yere dökülerek açıldı.
danışmaya koştu. burası neresi diye soruyordu. adamın arkası dönük sigara içer gibi bir hali vardı.
şeyda danışma kısmına geçti, adamı kendine çevirdiğinde gözlerine inanamadı. adamın ağzı yoktu. ve gözlerinin yuvalarında göz yerine iki küçük misket vardı.
eski erkek arkadaşına yaptığının aynısıydı bu. o mu diye inceledi bir süre ama o değildi. o kadar katı olmasına rağmen kendi yaptığından o an ürkmüştü.
merdivenlere doğru yöneldi, yukarıyı merak etmişti, basamaklarda fare ölüleri, gezinen hamam böcekleri vardı.
ilk katın odalarına bakmak istedi. ilk odaya girdiğinde iki çocuk evcilik oynuyordu. onlara biraz daha yaklaştığında yine afallamıştı. iki küçük kız battaniyenin içinde birşeyler sallıyor, ve battaniyenin kenarından kan damlıyordu.
battaniyeye bakmak istedi, kızlardan biri masum fakat tehlikeli bir sesle "Bak burda sen varsın, bu senin bebekliğin" gerçekten de oydu. boğazı kesilmişti ve kan hala çok tazeydi. sanki yeni işlenmişti bu cinayet. ona dokunuyor fakat ellerine kan bulaşmıyordu.
diğer kız, sen öldün şeyda artık bunu kabullen yoksa seni crimo yer" diye yanıtladı.
crimoda kimdi?
şeyda rüyadayım sanırım diyerek kendine çimdiği bastı, ama rüya değil gerçekti. ve bir o kadarda canlıydı yaşadıkları. çıkışa yönelmişti ki. kara bir kedi onu çıkışta bekliyor. garip sesler çıkartıp ona tıslıyordu.
korkuyla ikinci katın merdivenlerini çıkmaya başladı, artık düşüncesi odalar değil, çıkıştı...
ikinci katın herhangi bir odasına dalıverdi. "Hoşgeldin" sesiyle sıçradı.
bu kestiği erkek arkadaşıydı, yatakta yatıyor ve şeyda nın jilet attığı bölgeler hala kanıyordu.
şeyda. "delirmiş bir halde üstüne saldırdı arkadaşının ama çocuk hep kayboluyordu, şeyda ise sürekli duvara çarpıyordu.artık sinirden ağlamaya başlamıştı. koridora çıktı yaşlı gözlerle. sakat bir kız çocuğu gördü koridorun sonunda onu çağırıyordu.orda bulduğu demir sopayı yanına alarak kıza doğru ilerledi. bir kapının önünde durdu.
içerden gelen sesleri dinledi. ve kapıyı açıp içeri girdi.
içeride şarkı söyleyen siyah saçlı bir kız vardı kestiği saçlarını yiyordu. şeyda ya döndü ve bir süre baktı sonra şarkısına devam etti. bu şeydanın ergenlik dönemindeki haliydi.
artık dev bir bulmacanın içinde düşmüştü ve kendini arındamıyordu. kız şarkısına devam ediyor bir yandan da saçını kesip ağzına atıyordu.
sonra birden durdu aynada baktı kendi yansımasına, makası alıp hiddetle sapladı aynaya.
kırılan parçaları şeydaya atıyordu. "Orospu git burdan, cehennemlik sürtük" diye inliyordui pürüzlü bir sesle...
şeyda artık kontrolden çıkmıştı. herşeye çığlık atıp tepki veriyordu.  emekliyerek merdivenlere yöneldi. son katta çıkışı bulabileceğine inanmıştı. ama asıl sürpriz onu son katta bekliyordu.
Crimo ordaydı ve uzun zamandır açtı, kana susamıştı.
son kata çıktığında artık ne çıkarsa çıksın onu aşıp çıkışa ulaşacağına ant içmişti.
crimo "hoşgeldin" dedi. soğuk bir sesle. şeyda doğruldu ve ona baktı. ama ama sen bensin dedi.
"ne sandın" dedi crimo "senin gibi bir caniyi ancak kendisi katledebilir." ilk defa ağlamıştı, burası neresi neden burdayım gibi sorular sormaya başladı.
crimo susuyor ve doğru zamanı bekliyordu.
seni uzun zamandır takip ediyordum şeyda. inan ki beni bile ürkütmeyi başardın.şimdi hazır ol.
bedel ödeyeceksin.
daha ne bedeli bunlar yetmedi mi? herşeyimi elimden aldın.
kapa çeneni ve şu tezgaha yat dedi. crimo. ilk önce kollarından bağladı şeydayı sonra da ağzını bantladı.
aldığı neşterle bileğine bir çizik attı. o an crimo eski erkek arkadaşı oldu. şeyda korkmuştu..
ilk defa bir kurbanın psikolojisine girmişti. crimo insan değildi... merhamet ve vicdan kavramları yoktu.
şeydayı kendi silahıyla vurmaya hazırlanıyordu.
şeyda kan kaybediyor ve inliyordu. acısının dineceğini ummuştu ama yanılıyordu. çünkü crimo ağzındaki sigarayı şeydanın bileğindeki yaraya bastı. gözyaşları istemsiz akıyordu.
şimdi sıra ailesindeydi. aynı zehiri şeydanın gözlerine sürmüştü.
zevkten yüzü dört köşe olmuştu crimonun.
şeyda ağzındaki bezden kurtularak çığlık atmaya başladı. crimo onu söktü ve ayaklarıyla bir kaç kez tekmeledikten sonra bıraktı. şeyda kusmuyordu olduğu yere oluk oluk kan kusuyordu.
"bir dahakine daha acımasız ol şeyda" dedi. "ne kadar acımasız olursan o kadar acı çekeceksin".
sarsılmayla uykusundan kalktı şeyda.öksürdü vücuduna baktı. ve hiçbirşeyin rüya olmadığını anladı. izler kurumuş kan lekeleri bedenindeydi. gözleri yanıyordu. ve etrafına baktığında iyi göremediğinin farkında vardı. elinde esrar parkeyi yakmış ve sönmüştü onu körükledi ve hasta beyniyle düşünmeye koyuldu. acı çekmek artık onda fayda etmiyordu. işkencelerin bütün rahatsızlığını üstünden atmıştı. artık ne kadar acı çekerse o kadar acımasız olacaktı.

Ümit MANAY


Posted by
Umit Manay

devam

Cemal Süreya Şiir Ödülü’nde Başarı Ödülü Ümit Manay’a Verildi

Perşembe, 29 Aralık 2011

Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği’nce düzenlenen Cemal Süreya Şiir Ödülü’nde Başarı Ödülü’ne, nefret cinayeti kurbanlarına adanmış bir ilk kitap olan, Ümit Manay’ın “Gökkuşağı Gece Çıkar”ı layık görüldü.
Mustafa Öneş, Sennur Sezer, Egemen Berköz, Müslim Çelik ve Enver Ercan’dan oluşan seçici kurul, kitap dalında Ahmet Ada’yı “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” adlı eseriyle Birincilik Ödülü’ne değer bulurken dosya dalında Karaağaç adlı dosyasıyla Naze Nejla Yerlikaya ve Aynalar adlı dosyasıyla Serap Aslı Araklı Başarı Ödülleri’ni kazandılar.
Manay, ödül kazanmasından duyduğu sevinci, “Bu ödülü öncelikle mücadelem adına kabul ediyorum. Haberi alınca anneme sarılıp uzun süre öylece kaldım ve ona ‘İyi ki beni doğurmuşsun’ dedim” sözleriyle dile getirdi.

Cemal Süreya Anma ve Şiir Ödülleri Töreni, 9 Ocak 2012 pazartesi günü, saat 20.00’de, Caddebostan Kültür Merkezi Büyük Salon’da gerçekleştirilecek.


Alıntı: Kaos GL

Posted by
Umit Manay

devam

CİNNETTİN TADI: DELİ KADIN HİKÂYELERİ





Kadın olmak, üremek, sorumluluklar… Anne olmak.
Ve her hikayenin sonunda cinnetle, ölümle ve sessizce biten kadınlar…
Kadınlığını sırtına yükleyen, çocuk doğurmak zorunda olan ya da deli annelerin gazabından kurtulamayan kızlar.
Mine Söğüt’ü ilk olarak; Kürt Kediler Çingene Kelebekler isimli inceleme kitabıyla tanıdım.
Dolapdere’nin sessiz hazin ve yıkık dökük haline misafirlik etmiş, bu misafirliğine de bizleri tanık etmişti.
Ama hiç beklenmeyen bir hareketle bu yıl yaptığı çıkış, beni can evimden vurdu diyebilirim.
“Deli Kadın Hikayeleri” tam 21 öyküden oluşuyor. Ve her öykünün başında da birer Bahadır Baruter çizimi var, en mutsuz en hasta halleriyle…
Hikayeler eğer kadın olmasanız bile, içinize bir ürküntü bırakıp geri çekiyor sizi.
Kitapta beni hem sürükleyen hem ürküten birkaç hikaye var. Bunlar; Vakvak Ağacı, Naz Neden derine gömmemiş kediyi?  Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat ve İyi Geceler Ölü Kediler.
Kitabın hiç bitmemesini dilemek gibi bir şansınız yok. Çünkü hikayelerin kısa olması damakta ayrı bir tat bırakıyor.
Bazı yerlerde gördüğüm eleştirilere göz attığımda, kötü bir kitap olduğunu, okunmaya değer olmadığını yazmışlar…
Ben de gidip bir koşuda aldım kitabı ve evet onların dediği gibi değildi.
Mine Söğüt sizi karanlığa, cinnet’e ölüme davet ediyor.
İster o sofraya oturun bir parça alın ve zehirlenin, isterseniz arkanıza bakmadan terk edin orayı.
Çünkü her iki ihtimalde de öleceksiniz.
Benlikleri kaybedişin 21 Hikayesi.

Posted by
Umit Manay

devam

Seyyah (Yeni kitap "Yitik Ayetler"den Örnek)

SEYYAH

Bir seyyah tanıdım,
Altı yerinde bilinmemiş kıtalar
Bu ninni, bu uyku
Esir gözkapakları bir “yum” demeye
Dudaklarında defnenin yakamozu
Teninde kor ateş volkanik dağlar misali.

Kurdun… 
Bir kurşun asker gibi kurup bıraktın beni.
Sol – sağ, sol – sağ…
Durdum.

Öyle büyük laflar etmeyeceğim,
Sev ulan yeter beni…
Arabesk gibi sev, Orhan gibi, Bergen gibi..
“Aşk” derken titresin sesim.
Tıpkı “anneciğim” der gibi…

Bak İzmir tutuştu her şeyiyle…
Çingene ruhum isyanını koydu karanlığa.
Başladı çıplak ayakla dansa.
“Ay” dansöz, yıldızlar seyirci.

Kirpiğini; bir kibrit kutusuna koydum,
Kahve içtiğimiz bardakları da çaldım.
Dudağının değdiği izmariti kıskanır oldum.

Ama biliyorum ki;
Senin kalbinde ruj lekeleri var,
Saklayamazsın ki! 
Çocuksun sen,
Otuz bir yaşında koca bir çocuk.
Kızmayacağım sana…
Hadi söndür sigaranı kalbimde,
Söndür ışıkları, söndür geceyi,
Mumlar erisin buruşmuş çarşaflardan içeriye.


Ümit MANAY

Posted by
Umit Manay

devam

Copyright © 2012 Ümit Manay | buradan yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır. ツ | Tasarım: Urangkurai